18 Kasım 2007 Pazar

Akademik hayat, getirdikleri ve götürdükleri...

İşte uzun bir vize haftasının daha sonu. Şimdi kendimi bir kuş kadar hafif hissediyorum. Bu sınav haftalarını oldum olası sevmem. Neden mi? Hadi yapmayın ama kim sever ki? Omuzlarıma yüklenmiş onca şeyin yanı sıra bir de sınav haftası stresi… İnanın çekilir gibi değil.
Sınav haftası stresi keşke sırf ders çalışmakla ilgili bir stres olsa. Aslında çok daha fazlası. İşte buna akademik hayat diyorlar. Sınav tarihlerinin yaklaştığı günlerde insanlar harıl harıl not arama derdine düşer. Eksikler tamamlanmaya çalışılır, bu sırada etrafında normal zamanlarda selam bile vermeyen insanlar belirir, sınav sonralarında yine ortadan kaybolurlar. Taaa ki bir dahaki sınavda yine notları olmadığını farkedip, deyim yerindeyse sınıfın kerizi olan kişiye başvurma ihtiyacı duyana kadar. Notlar saklanır, ya da emeğe saygısızlıklar edilir. Bu saygısızlığa uğramış kişi ise notunu vermek istemeyince sınıfın kötüleri listesine katılır. Ona sırt çevrilir. Ya da kimi zaman kendisinin bir satır bile eklemediği çalışmalar sizin elinizden alınır ve kendi ismiyle sunulur. Farkına bile varmazsınız. Vardığınızda ise iş işten geçmiş olur. Yapabileceğiniz pek bir şey yoktur zaten içinizden de yapmak gelmez…
İşte akademik hayatta işin düştüğünde güler yüz gösterilen, işin olmadığında ise arayıp sorulmayan insanlar böyle bir durumla karşılaşır. Çirkindir aslında yapılanlar. İnsanı onların deyimiyle gerçekten kötü olmaya sürükler. Ne getirir akademik hayat? İnsana çevresindekilere karşı savunma mekanizması geliştirmeyi, kendi duvarlarını çekebilmeyi, çıkar ilişkilerini öğretir. İnsanların çıkarları için neler yapabileceğini, aslında günümüzde gerçek dostlukların epeyce aza indirildiğini öğretir. Bu dünyanın içinde siz kendinizi o dünyadan ayrı tutmak isteseniz de bir şekilde içine çekilir ve yoğurulursunuz. Öğrenirsiniz. Aslında büyütür sizi bir bakıma. İnsanlara karşı nasıl davranmanız gerektiğini, hayat boyunca nelerle karşılaşabileceğinizi, zorluklarla karşılaştığınızda nasıl kendinizi savunmanız gerektiğini bu sıralarda öğrenirsiniz.
Ya götürdükleri? Duygularınızı biraz daha körelttiğiniz ve kötü dünyaya adapte ettiğiniz, sizi siz olmaktan çıkarabilecek ve bazen kendinizle savaştırabilecek durumlarla da karşılaşabilirsiniz. İnsanlara olan güveniniz kaybolur, çünkü kime güvenmeniz gerektiğini artık çözemez olursunuz. Kendinizi geri çekersiniz. Uzun zamandır dinginliğe ulaştırmaya çalıştığınız ruhunuz bir kez daha sarsılır. Kimse buna aldırış etmez. Onların da yaraları vardır elbet. Onlar gibi olmamaya çalışırsınız. Başarır mısınız bilinmez…
Bu durumdan yara almadan çıkmak için gereken şey ruhunuzda vardır aslında. Sadece bu durumda ona ulaşmayı başaramayabilirsiniz. Ruhunuz yaralıdır çünkü. O anda zaten omuzlara binmiş olanca yükün üstüne bir de bu durumla karşılaşmak insanı daha da mutsuz eder. Ne yapacağınızı bilmez halde saatlerce boş boş bakarsınız. Aslında bütün bunlar büyümenizin bir parçasıdır. Kafanızın içinde bildiğiniz doğruları tutar onlara gore hareket edersiniz. Biraz daha temkinli, biraz daha kendinizi saklayarak… İnsanları gördükçe, onları daha iyi tanımayı öğretir bize akademik sıralar.
Sevgiden gittikçe uzaklaşmaya başladığımız günümüz dünyasında, sevgisizlikle, insanların kuyusunu kazmakla bakalım daha nereye kadar başarı bizi kovalar? RİCA EDİYORUM, BİRAZCIK HUZUR…

11 Kasım 2007 Pazar

Sonbahar...

Bazen çok yorgun hissedersiniz kendinizi; -hadi psikologçuluk yapmayayım!- yorgunsunuzdur da… güz kadar yorgun. Sanki yıllardır üzerinizde tepinilmiştir de, bereleriniz o kadar derinleşmiştir. Ya da öyle uzun süredir koşuyorsunuzdur ki durunca devrileceğinizi hissedersiniz. Belki de kalabalık bir deniz kıyısı gibisinizdir; yaz(lar) boyu kulaçlanmış, dalınıp çıkılmış, durmadan taşlar atılmış, kahkahalar ve çocuk çığlıklarıyla kulaklarınız neredeyse sağır olmuş, içiniz bulanmıştır. Koskoca gemiler geçmiştir içinizden belki kim bilir, içinin ve içindekilerin tüm pisliğini boşaltarak. Yaşam kaynağınız olan güneşe fazla maruz kalmış, farkında olmadan yanıp kavrulmuşsunuzdur yaz boyu! İstediğiniz şeyler yaşayıp istemediğiniz sonuçlara tosluyor ya da istediğiniz sonuçlar için istemediğiniz bir sürecin bitmek tükenmek bilmez zamanlarını arşınlıyorsunuzdur. Kısacası şöyle ya da böyle çok yorulmuşsunuzdur.

Aklınız durmak ister böyle zamanlarda; tüm sosyal ve kişisel görevlerden azad edilmek istersiniz. Hatta şairin dediği gibi “çişim gelmese…” bile dersiniz! Yüreğiniz yarı kapalı gözlerle, soluk soluk bakar etrafa; pırıltısı kara güz bulutlarının ardında kalmıştır sanki. Öyle ki, “al bak sana aşk” deseniz “üfff, şimdi kim uğraşacak..!” diyecek! “Para…” deseniz burun kıvıracak, “koyuver şuraya” işareti yapacak başıyla! Böyle zamanlarda kalkmak, yatmak, oturmak, işe gitmek, eve gelmek, çocuğunuzla ilgilenmek, yemek yemek, konuşmak bile… her şey birer mecburiyetmiş gibi gelir insana. Böyle zamanlarda neşeli ve faal arkadaşlarınıza ve yerli yersiz kikirdeyen gençlere iyice sinir olursunuz. Sağlığınıza dikkat etmeniz gerektiğini söyleyenler ve umut- istek- bakış açısı- motivasyon-çabadan filan bahsedip duran “çokbilmiş” psikologlar en büyük düşmanlarınızdır; “hastasın sen , al ilacını, yat aşağı” veya “sonbahar… biyoritminiz ve siz” diyenlerse melekleriniz!.. Ama en çok da, o sırada sizden ilgi bekleyenleri ve bir de size “sen güçlüsün” diyenleri boğmak istersiniz! Eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız “bu akşam seni nereye götüreyim?” bile dese çileden çıkarsınız; çünkü işte yine birisi sizden bir şey istemektedir –bu, seçim yapma özgürlüğü olsa bile!-İstersiniz ki her şey sizin yerinize, üstelik de sizin en istediğiniz şekilde gerçekleş(tiril)sin. İstersiniz ki ruhunuzun yaraları da, tıpkı bedeninizdekiler gibi, başkalarının/ yumuşak, şefkatli ellerin süreceği merhemlerle iyileştirilsin. Hatta “ne olur, birisi öyle bir şey söylesin ki/ öyle dokunsun ki, birden tüm bu acılar, tüm bu yorgunluk geçsin!”… Mucizelere karşı en talepkar ve en duyarlı olduğunuz haller ve zamanlardır bunlar öte yandan; zira gerçeklerle aranız bozuktur o sıra! Ruhunuz felçli gibi davranmak ister, ama felç değildir.

Oysa koskoca bir bilgi, kucağınızda tür farkına aldırmaksızın, inanılmaz bir güvenle uyuyan kedi yavrusu gibi uyuklamaktadır bilincinizin bir yerlerinde: “Ya bu deveyi güdeceksin… ya bu deveyi güdeceksin!” (Ya da bu diyardan gideceksin...)Benim önerim hazır güzelim güz de gelmişken, bir kez daha şu “deve”yi gözden geçirip, olabilecek değişiklikleri yapıp, olamayacaklara/ şimdilik yapamayacaklarınıza gülümseyerek yola devam etmek. Schopenhauer diyor ki, “büyük dertler, daha küçüklerin görülmesini engeller; ama büyük dertler olmadığında, daha hafif sıkıntılar ve sorunlar çok büyük görünür ve öyle yaşanırlar.”

Evet, güz etkiler doğanın parçalarından biri olan insanı; işte bu yüzden ve bunun bilinciyle, bu diyardan gitmeye gerek kalmadan “güze yakışır” hüzünleri, büyük kahırlara dönüştürmemeniz dileğiyle…