22 Ekim 2009 Perşembe

Son pişmanlığa da ceza indirimi var mı?

- Pişman mısınız?

- Yo-oo, değilim.


- Yaz kızım, etkin pişman, beraatine...

*

- Niye geldiniz?

- Sayın Öcalan söyledi.

- Yaz kızım, örgüt üyesi olmadığına...

*

Sen mesela, hacı emmi!

“Bunlar dinini bilen çocuklar, vatana millete hayırlı olur” diyordun sakalını sıvazlaya sıvazlaya... Nasıl gidiyor sence vatan millet işleri? Sen değil miydin köyün şehidi için fazladan iki rekat namaz kılan... N’olacak şimdi?

*

“Etkin pişmanım” deme bana... O, sana uygulanamıyor maalesef, seninki son pişmanlığa giriyor, kusura bakma.

*

Veya sen, Hatçe yenge.

İftar çadırında, senin paranla sana avanta çorba ısmarlayanlara bi hatim indirmediğin kalmıştı... “Allah devletimize zeval vermesin” diye dualar ediyordun... N’ooldu şimdi o devlet?

*

Ya sen, emekli Ahmet bey.

Kahvede başının etini yedin milletin, eczaneden nasıl bedavaya ilaç aldığını anlata anlata bitiremedin, 20 tane reyin olsa, 20’sini de vereceğini söylüyordun... Nasısın şimdi? Memleketi iki tane aspirine satmış gibi hissediyor musun kendini?

*

Ya da sen, laylaylom Arzu.

“Ay bakamıyorum şekerim, hep cenaze, hep ağlayan insanlar, o perişan çocuklar filan, vallahi yüreğim dayanmıyor, fena oluyorum, kapatıyorum televizyonu, seyretmiyorum artık haberleri” diyordun... Seyrediyor musun şimdi? Aç artık, aç... Ekranlar güzelleşti.

*

Sen, liboşik işadamı Tarık.

Bir taraftan “Ben cebime bakarım azizim” deyip, takunyalıların önünde el pençe divan duruyordun, bir taraftan, utanmadan, Mehmetçik Vakfı’na bağışta bulunuyordun... İster misin, Mehmetçik Vakfı’na yaptığın bağışlar yüzünden başın derde girsin şimdi?

*

Sen, üniversiteli Şebnem.

Sana ders veren hocayı sabahın köründe yatağından kaldırıp, pijamayla tutukladılar, kanser oldu adam kahrından, “neme lazım” dedin, zahmet edip kantindeki protestoya bile katılmaya tırstın, kenardan kenardan araziye uydun... Niye endişeliymişin gibi yapıyorsun ki şimdi?

*

Sen, memur Hüseyin.

Başındaki badem bıyıklı görecek diye, bizim yazıları bile gizli gizli okuyorsun internetten, gammazlanacaksın diye yusuf yusufsun... Zaten o nedenle katılmamıştın Cumhuriyet mitinglerine... Katılsana şimdi PKK mitingine... Sana söyleyeyim, terfi bile edersin belki.

*

(NOT: Bu yazıyı, “İki cihanda lekeli” albümünü heyecanla beklediğimiz Sezen Aksu’nun “Masum değiliz hiçbirimiz” şarkısı eşliğinde okursanız, daha şık olur.)

YILMAZ ÖZDİL - 22 EKİM 2009

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ramazan ve Pidesi

Ramazan ve Pidesi

Şöyle sıcacık bir pide kolumun altında, kokusu burnumda, fırından yeni çıkmış ve ellerimi yakmakta sıcağıyla. Çocukluğuma dair en çok özlediğim şeydir. Ramazan geldiğinde fırından mutlaka pide alınacak, iftara doğru o metrelerce uzayan kuyruk beklenecek, hatta bazen iftara yetişilemeyip fırıncı amcanın dağıttığı zeytinle oruç bozulacak. Hey gidi günler. Yaşlandık mı ne?

Nerden mi aklıma geldi şimdi bunlar? Ramazan geldi ya, yine o İstanbul’ un keşmekeş iftara doğru trafiği başladı. Bugün yine akademik hayatın tüm yorgunluğu üzerimde, babamla yarı uyuklar vaziyette eve dönerken fırından bir pide almalı dedim. O kadar yorgunum ki koltuğumdan kalkamadım ve babamdan rica ettim. Yarı uyuklar vaziyette, beş dakika sonra babam elleri yanarak geldi arabaya. O eski, bildik koku burnumda. Belki de dünyadaki en dinlendirici şeylerden biri. Hafif uyuklar vaziyette, aklımdan biraz deniz ve biraz uyku geçerken, ayaklarımın ağrısından kıvranırken, ruhumun derinlerine inen bir koku ile kendime geldim biraz da olsa.

Güzel şey şu ramazan. İnsanların hiç bir zaman olmadığından çok saygıyla yaklaşmaları birbirlerine. Ramazan sofrasında huzurlu bir yemek.

Aslında yazının buraya kadar olan kısmı dün gece yazıldı fakat hiç bir şeye vakit bulamadığım gibi bunu da yayınlamaya vakit bulamadım. Bütün yazı sadece bir hafta tatil ile geçirdim, başka bir ülke görmek üzere vaktimi ve ayaklarımı uğruna tayin ettiğim bir yaz. Aslında bizim tayin çoktan çıkmış Çapa yollarına. Döndük, dolaştık, hiç tatile gitmemiş gibi ve hatta daha yorgun bir şekilde işe geri başladık. Uykum geldi yine, bu yorgunluk bana fazla. Farkındayım cümle bile kuramıyorum….


Huzur birazcık da içimde olsa, şu hayatı biraz ağır çekimde yaşasam ne güzel olurdu. Biraz deniz, biraz da uyku. Bütün isteğim buydu…

19 Mayıs 2009 Salı

O öldü, utanıyor musunuz şimdi? - Can Dündar

Utanıyorlar mıdır acaba şimdi? Hani o, ziyaretine gelenleri selamlamak için başını, boynunu sarıp cama çıktığında, “Hayatını örtü düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı” diye yazanlar...
“Evi basıldığında ağır hasta görüntüsü vermişti, tarikatlara söverken ise turp gibiydi” diye yalan düzenler...
“Konu Müslümanlık olunca hastalığını unutuyor” diyerek onu hedef gösterenler...
“Battaniyesini atıp konsere koştu” başlığıyla onu kendileriyle karıştırıp takiyeci ilan edenler...
Evini basıp 20 yıllık ajandalarını götürenler...
Din, her şeyden önce vicdansa...
Yürekleri hepten çöl olmadıysa...
Şeytan ruhlarını esir almadıysa...
Vicdan azabı çekerler mi?
Bir özür dilerler mi?
* * *
Türkan Saylan, bu ülkenin yüz akıydı.
Ancak samimiyetle inanmış insanlarda rastlanabilecek bir feda kültürünün son temsilcisi...
İnsanların yardımına koşmak, cehaletle savaşmak uğruna koşulsuz kendinden vazgeçecek bir örnek insan...
İçi boşaltılmış “ahlak” kavramının etten, kemikten hali... Demokrasiden taviz vermeyen laiklik hassasiyetinin sesi...
Bir eğitim mücahidi...
“Annesi Hıristiyan, kendisi misyonerdir” diyenler annesinin Müslümanlığa geçiş belgesi karşısında başlarını öne eğmişler midir acaba?
“Kendini acındırmak için hasta taklidi yaptığını” söyleyenler ölümü karşısında günaha girdiklerini fark edip hicap duymuşlar mıdır?
* * *
Tek başına bir toplumun kaderini değiştiren insanlar vardır; Türkan Saylan, onların başında anılacaktır.
Onunla ilk görüşmemiz, 15 yıl önceydi. “Sarı Zeybek”e Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin verdiği ödülü onun elinden almıştım.
Son görüşmemizde “Kardelenler” için bir kampanya filmi planlıyorduk birlikte... Ve o yine, hepimizi hayranlığa sürükleyen bir enerjiyle, Anadolu’daki kızların durumunu anlatıyordu.
“Anadolu’yu küçücük katkılarla değiştirmek mümkün” diyordu.
“Bir kızın özgürlüğünün bedeli 200 YTL” idi.
Bulabildiği her kuruş, onun için kurtarılmış kızlar demekti.
* * *
Hasta halinde evinin basılması ve derneğinin yöneticilerinin, arşivinin götürülmesi, Ergenekon’un dönüm noktası oldu; soruşturmanın zihni arka planını ortaya koydu.
“Çağdaş Yaşam”, cami duvarıydı soruşturmanın...
Saylan’a dokunulmasını kimse onaylamadı; birkaç vicdansız hariç... Onlar da bir süre insafsızlıklarıyla hatırlanacak, sonra unutulup gideceklerdir.
Radyoaktiviteyi keşfeden, iki Nobelli Marie Curie, 1911’de Fransız Bilimler Akademisi’ne üyelik için davet edildiğinde bir gazete “O Fransız değil, Yahudidir” diye yazmıştı. Yayın etkili olmuş, Madam Curie Akademi’ye alınmamıştı.
Ne oldu?
Fransız Bilimler Akademisi’ne ilk kadın üye, ancak 68 yıl sonra, 1979’da seçilebildi.
Yalan kampanya yürüten gazete, halen tarihin çöplüğünde serili...
“Madam Curie” adı ise tarihi ışıtıyor. Türkan Saylan için de öyle olacak.
Adı, imdadına yetiştiği kızların yüreğinde ve hayatını adadığı ülkenin vicdanında yaşayacak.
Ruhu ise, ancak cehalete karşı açtığı savaş sonuçlandığında huzura kavuşacak...

Yazılabilecekleri Can Dündar yazmış zaten. Ekleyebileceğim çok fazla şey yok. Atatürk'ün kızı, ATAM' ın bu ülkenin geleceği olan TÜRK GENÇLİĞİ' ne armağan ettiği günde, onun doğumgününde gitti ATAM' ın yanına. Ne mutlu ki ona hayatının son dakikasına kadar verdiği savaşı sürdürdü. Ne mutlu ki bize onun gibi bir Cumhuriyet kadınını tanıdık. Yerinde rahat uyusun.

ATAM' ın kurduğu Cumhuriyet, bize en büyük emanetidir. Bir Cumhuriyet çocuğu olarak, senin çocuğun olarak EMANETİNİN YILMAZ BEKÇİSİYİM ATAM!

16 Mayıs 2009 Cumartesi

MSc

PHD

Patiently hoping for a degree
Protein has degraded
Paid half what! Deserve
Professorship? HAH! Dream on!
Please hire, Desperate!
Pipetting hand disease (İşte bu benim hastalığım )
Probably heavily in Debt
Parents have Doubts
Pound head on desk
Potential heavy Drinker
Permanent head damage! ( Yakında olacak)

İşte benimki de bu yukarda yazılanların Msc versiyonu. Parasız, pulsuz, her sabahın altısında kalkıp, İstanbul’un keşmekeşinde bir dolu yol gidip, sabah sekizde başlayan mesainin akşam kaçta biteceğini bile bilmeden bütün gün çalışmak… Hem de karşılığını hiç alamadan. Sekreter miyim? Amele mi? Öğrenci mi? Ben kimim?

Başlarken bir amacım vardı. Öğrendim ki bu çark döndükçe insan amaçlarını kaybediyor. Liseyi bitirmiş ama daha hesap makinasıyla bile toplama yapamayan insan mesai saati bittiğinde servisim gidecek diye çekip gidiyorken ve bu insan bile bir emek veriyor diye karşılığını alıyorken , ben bir maaş karşılığı hatta hayatıma getireceği bir sıfattan başka bir şeyi olmayan bu işte insanların karşılığını aldığı ama benim çalıştığım, soruyorum kendime neye yarayacak diye. Bu memlekette yanlış giden çok şey var.

Bazı şeyleri içine girmeden göremiyorsunuz ne yazık ki. İdeallerinizi, her basamakta karşınıza çıkan para kazanma gerekliliğine satmak zorunda kalmanız an meselesi. Kırmızı kar yağınca çıkacak kadro hikayesi bakalım daha ne kadar oyalanmamı sağlayacak…
Fazla stresliyim mazur görünüz. Memleket hayallerimi çaldıkça, rahatsızlığım artıyor. Konuşursam çok sert olacak. Amacımı kaybetmemek dileğini taşıyorum…..

Çat diye çatlamak üzereyim. Neresinden tutup da düzeleyim?
Ortağı olmuşum düzeneğin. HERKESİ BOĞASIM VAR!

10 Mayıs 2009 Pazar

Bir tek annem olsun, bana bir şey olmaz...

annedir yüreği fazla dayanamaz
herkes bıksa benden annem bana doymaz
öper besler beni unutur kalbinde
annem burda olsun
bana bişey olmaz
hergün bakar bana
kusurumu görmez
günler gece olsa
o ışığı sönmez
ellerim büyüdü avuçlarında
bi tek annem olsun bana bişey olmaz..

Canımın içi o benim. İyi ki var....

14 Nisan 2009 Salı

Yıkın Diktiğiniz Heykellerimi

"Ey milletim,
Ben, Mustafa Kemal'im...
Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim,
Hâlâ en hakiki mürşit, değilse ilim,
Kurusun damağım, dilim.
Özür dilerim...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...



Özgürlük hâlâ,
En yüce değer
Değilse eğer...
Prangalı kalsın diyorsanız, köleler...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...



Yoksa, çağdaş medeniyetin bir anlamı,
Ortaçağa taşımak istiyorsanız zamanı,
Baş tacı edebiliyorsanız
Sanatın içine tüküren adamı...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...



Yetmediyse acısı, şiddetin, savaşın.
Anlamı kalmadıysa
Yurtta sulh, dünyada barışın.
Eğer varsa ödülü, silahlanmayla yarışın.

Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...


Özlediyseniz fesi, peçeyi.
Aydınlığa yeğliyorsanız, kara geceyi.
Hâlâ medet umuyorsanız
Şıhtan, şeyhten, dervişten.
Şifa buluyorsanız,
Muskadan, üfürükçüden...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...


Eşit olmasın diyorsanız, kadınla erkek...

Kara çarşafa girsin diyorsanız,
Yobazın gazabından ürkerek...
Diyorsanız ki, okumasın Kadınımız, kızımız;

Budur bizim alın yazımız...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...


Fazla geldiyse size,
Hürriyet, Cumhuriyet...
Özlemini çekiyorsanız,
Saltanatın, sultanın...
Hâlâ önemini anlayamadıysanız,
Millet olmanın...
Kul olun, ümmet kalın,
Fetvasını bekleyin, Şeyhülislamın...
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi.
RAHAT BIRAKIN BENİ..."

Bir dize de benden olsun.
Ey milletim, EĞER HALA FARKINDA DEĞİLSENİZ BU ÜLKENİN ATA'MIZ SAYESİNDE BU GÜNDE OLDUĞUNUN, bu ülkenin bir akademisyeni olarak rica ediyorum ARTIK UYANIN LÜTFEN!

30 Mart 2009 Pazartesi

BİR DÜŞMANIN OLMASI İYİDİR!

Çünkü istemeyerek sana çok şey öğretir.
Mesela;

- Yöntem öğrenirsin.

- Şeytanlığa kafan çalışmaya başlar.

- Neden sana böyle bıçak çektiklerini, arkandan ateş ettiklerini, hatta nasıl olup da bir hedef haline geldiğini anlamaya çalışırken onlar gibi düşünmeyi öğrenirsin.

- Yeni taktiklerini, daha neler yapabileceklerini düşünürken bir bakarsın ki beyninde kapıları hiç açılmamış karanlık odaların var.

Önceleri içine düştüğün şaşkınlık sonraları müthiş bir haksızlık duygusuna, derken derin bir üzüntüye dönüşür. Üzüntü o kadar büyüktür ki seni tarifsiz bir nefrete, büyük bir intikam alma hırsına götürür. Duyguların hızla birbirini doğurduğunu ve eğer seni yönetmelerine izin verirsen kişiliğini nasıl başkalaştıracağını görürsün.

- Sana yapılan saldırıya verdiğin her cevabın yüzüne bir yumruk daha yemek olduğunu, böyle yaparsan sadece savunmada kaldığını anlarsın bir gün.

- Oysa bu bir dövüşse senin de yumruk atman gerekmektedir.

- İlk yumruk düşmanı şaşırtır çünkü senden bunu beklemez.

- Düşmanın şaşkınlık içindeyken onu seyretmeye başlarsın. Beynin hızlı bir analize girişir. Karşındakini ilk defa bir bütün resim olarak gördüğünde “bu muymuş!” diye sen daha çok şaşırırsın.

- Artık bir sokak çocuğu olmaya hazırsındır.

- Senin de dövüşebildiğini gören sokak itleri kuyruklarını sıkıştırıp kenara çekilir. Bu, vazgeçtikleri anlamına gelmez. Tökezleyeceğin, zayıf görüneceğin yeni bir zamanı kollamaya başlarlar.
***

Bu arada kendi “Dövüşürken unutulmaması gerekenler” listeni yaparsın.

Şunları yazarsın mesela:

- Sakın bir daha ağlama!

- Sakın açıklama yapmaya, savunmaya, anlatmaya kalkma.

- Başına gelenlerin sebebi her ne ise o sebebe daha çok sarıl! İşin mi, halin tavrın mı, kapladığın alan mı, fiziğin mi, ailen mi, gösterdiğin varlık mı, her ne ise ucunu sakın bırakma, inatçı ol!

- ÇÜNKÜ SENİ ÖLDÜREMEYEN DÜŞMAN GÜÇLENDİRECEKTİR.

- Bütün bunlar olup bittikten sonra daha çok seveceksin kendini.

- Anlayacaksın ki senin düşmanlarınla bir sorunun yok. Sen onlar için bir sorunsun. Bu yüzden kan istiyorlar senden.

- Ama sen kan verme, kan parası iste:)

- İşine bak. Kervan daima yürümüştür.

- Kötülük iyilikten baskındır. Olumlu sözcüklerin ve iyiye olan inancınla dalga geçenlerin yüzlerindeki çirkinliğe bak. Benzer bir ucuzluktadır düşmanlıkları. Yok say bunları. Aptalları düşman bile sayma.

- Sana yeni şeyler öğretecek, seni olduğun yerden daha yukarıya çıkaracak, akıllı düşmanları muhatap al.

Ve... Kahraman Hektor attan düştüğünde “Hektor nerede” diye soran bir askere bir başka askerin verdiği şu yanıtı hiç unutma:

“Az önce atın üstündeki Hektor’du. Ama atın ayakları dibindeki o mu değil mi bilemem.”

Bir kere at bindiysen, düştüm diye sızlanmadan tekrar bin, yoluna devam et...

ALINTI: İCLAL AYDIN

22 Mart 2009 Pazar


MART GELİR GEÇER..


Sabahın yedisinde uyandım bir pazar günü. Maksat şu kırmızı kar yağınca çıkacak kadro meselesi için dil sınavına girmek. Kafam dalgın, yarı uykulu kahvaltı yapıp çıktım evden. Köşedeki bakkaldan sabah gazetesini kapıp, ki aslında onun bir pazar sabahında öğlene doğru kalkıldıktan sonra sıkı bir kahvaltı yapıp, Pazar kahvesini yudumlarken okunması gerekiyordu, sınava gireceğim kampüse doğru koyuldum yola. Arabayı park ettiğimde evden çıkalı 15 dakika olmuştu. Erken gelmişiz. Oturup gazeteyi okumak gerek. Sanki bir saat içinde sınava ben girmeyeceğim, oturup keyif yapıyorum. Vay halime diye düşünmeliyim ama bir o kadar da güveniyorum kendime. Ne olacak dil sınavından?

Sınava girdim, üç saatin ikisinde bitmişti. Takıldığım bir kaç şeyin haricinde fena da değildi hani. Kafam dalgın ya, zaten yatmadan düşündüklerimle uyanmışım gecenin bir yarısı, daha sınavdayken yaptım planı. Sınavdan sonra eve dönülmeyecek, sahile gidilecek, hava soğuk olsa bile yürünecek. Tabi çıktığımda kurt gibi açtım. Önce gidip bir tavuk burger, patates, kola yenildi. Alışveriş merkezine girmişken bir kaç mağaza dolaşıldı. İki hafta önce aldığım montun yarı fiyatına düştüğünü görmenin acısı içime oturdu. Kitapçıdan bir kitap beğenip, attım kendimi sahile.

Hava güzel ama soğuk. İnsanlar sezonu açmış. Benim gibi eşofmanlarını üzerine geçiren herkes kendini yürümeye atmış. Çocuklar havayı güzel görmüş, koşturmakta. Eldivenlerimi giymiş, şapkayı kafama geçirmiş, cebimde yeni aldığım kitap ve biraz müzik eşliğinde yürüyorum. Boş boş, sallana sallana. O kadar güzel ki manzara, belki çok şey düşünüp de hiç bir şey düşünmeden yürüyorum. Epeyce yürümüşüm, telefonum çalıyor. MP3 çaları kapatıyorum. Arkadaş diyor ki, ne kadar sessiz bir yer orası, cennet’te yaşadığını düşünmeye başlayacağım. Oysa ki etrafta insanlar yürüyor, birileri balık tutuyor ama gerçekten o kadar sessiz ve huzur dolu ki telefon çalana kadar o sessizliği ben bile farketmemişim. Hafiften gelen su şırıltısını dinletiyorum arkadaşa, canı çekiyor. Teşekkür etmeliyim ki sessizliğin verdiği huzurun farkına varmamı sağladı. Bir dahaki sefere onu da alacağım yanıma.

Sonra geri dönüş yolculuğuna çıkıyor ve her zaman oturduğum cafeye gidip denizin dibinde bir masa kolluyorum. Boşaldığında gidip oturuyorum ve bir sütlü kahve ısmarlıyorum kendime. Yan masada ters ters bakan biri oturuyor. Rahatsız oluyorum ilk önce. Sonra garsona sesleniyor, konuşması bir garip. Kendi kendine bağırarak bir şeyler anlatıyor, sesi boğuk. Akli dengesinin bozuk olduğunu düşünüyorum. Sonra bakıyorum ki hareketlerinde de bir sınırlama var. Sanırım adam ya bir kaza sonucu ya da bir hastalık sonucu bu hale gelmiş. Nargile tüttürüyor bir yandan. Garson çocuğu tanıyor belli, ismiyle hitap ediyor çünkü. Neyse bir yandan gözüm adama takılıyor, bir yandan kitabı okuyorum. Yine denizin sesi kulağımda, biraz da martı sesi. Çünkü karşımda balık tutmaya çalışmakla meşguller. Biraz kaptırmışım kendimi ki yanımdaki adam kalkıyor. Garson çocuk tekerlekli sandalyesini getiriyor. Adamın tanıdığı diğeri ise onu masadan kaldırıyor. Koluna girip sandalyesine kadar götürüyor onu. Tedirgin olmakta haksız olduğumu düşünüyorum. Kim bilir neler yaşadı ve bu halde. Sonra tek ayağıyla arabayı geri geri sürmeye başlıyor. Bir kez daha göz göze geliyoruz. Ne düşündüğümü bilemiyorum, bir trafik kazası sonunda oldukça fazla bedeni hasar almış kuzenim geliyor aklıma. Üzülüyorum.

Kahvem bitmiş. Kalkma vakti. Martıların hareketleri çok hoşuma gidiyor ve bir iki fotoğraflarını çekmeye karar veriyorum. Arabaya gidip fotoğraf makinasını alıyorum. Keşke profesyonel bir makinam olsaydı diye aklımdan geçiriyorum bir kez daha. Bir gün olacak…
Biraz da fotoğraf çekiyorum, bakıyorum ki günün yarısı çoktan geçmiş. Hava soğuyor. Eve dönme vakti. Dün gece kararan beyazlardan biraz da olsa arınıyorum. Griye dönüyorlar, belki kırık beyaza. Her zamanki gibi, canım sıkkın olduğunda kendimi atacağım yerin bir deniz kenarı olduğuna karar veriyorum. Ruhumu boşaltıp, biraz huzur katmasına sevinerek eve dönüyorum.

Pazar gününe kaldığı yerden devam etmek gerek. Sahile inme sırası annemle babamda. Camdan bakıyorum onlar giderken. Ailem hep birlikte ve mutlu olsun diye geçiriyorum içimden. Sonra biraz daha kitap okuyorum.
Onlar geldiğinde annemin yeni aldığı süper icat ekmek makinasını denemek üzere, hamur malzemelerini koyuyoruz hazneye. Yaklaşık üç saatte ev güzel bir kokuyla dolacak ve sıcacık bir ekmeğimiz olacak. Bir süre annemle makinanın başına oturup pür dikkat nasıl yaptığını izliyoruz. Makina süper. Siz sadece verilen ölçülerde malzemeyi içine koyuyorsunuz. Üç saat sonunda ekmeğiniz hazır. Kabın hiç bir yerinde un kalmadan, hamur oluveriyor. En son baktığımda mayalanma aşamasındaydı. Yaklaşık bir saat sonra ne çıkağını çok merak ediyorum. Eğer güzel olursa bundan sonra her sabaha sıcak ekmeğimiz var demektir. Çünkü akşamdan malzemeleri koyuyorsunuz ve saati ayarlıyorsunuz. Sabaha sizin için bir koşu ekmeği fırından kapıp geliyor. O kokuyla uyanmış olmayı hayal ettim de, harika olsa gerek.

Fazla mı yazdım yine? Sanırım biraz keyiflendim. Hayatımda ters giden şeyleri yok saydım biraz. Düşünmemek iyi geldi. Yemek vaktidir, bana müsade…
Pazar gününün kalan kısmını birazdan çıkacak olan ekmekle geçirmeye gidiyorum. Size de günden bir kaç fotoğraf bırakıyorum.

15 Mart 2009 Pazar

Yaş 23

Azizim 23. yaş da bitti. Ne ara geçmiş o kadar yıl bilmem. Büyüdük azizim büyüdük. Yaşlanıyoruz.
Nedense her sene aynı favori şarkılarla giriyorum yeni yaşa. Her yaşın bir güzelliği var ama yaş kemale ermeye başladı azizim :)

Benim yerime düşüncelerimi aynı iki şarkıya bırakıyorum onlar anlatsın. Zira benim şu an yazacak sözlerimi onlar çoktan yazmış..

Sizi bilmem, ama ben karar verdim.
Su gibi duru olup hep akmaya,
Başka sular tanıyıp, çoğalmaya,
Dalgalanmaya, taşmaya...

Son günlerde çok düşünür oldum,
Zor zamanları çabuk atlatır oldum.

Yalnız mıyım insanlar içinde?
Arkadaşlarım, aşklarım içimde.
Yara aldım bundan iki yıl önce,
Hiç susmadım, şarkı söyledim günlerce

Artık kısa cümleler kuruyorum,
Sevdiklerim, sevmediklerim yanımda.
Kabullendim herşeyi olduğu gibi.
Yola çıktım, yarınlara...

Son günlerde çok düşünür oldum,
Zor zamanları çabuk atlatır oldum.

Bakıyorum aynaya her gece,
İçim rahat, biraz yorgunum sadece.
Hayatıma giren herkese,
Yaşanmış her şeye

Teşekkürler büyüyorum sizinlee

23 Şubat 2009 Pazartesi

Nefes almak...

Elimde bir parça simit, eşlik eden düş sokağı sakinleri, yüzümü yalayan rüzgar ve çişeleyen yağmur. Epey zamandır bu kadar güzel bir simit yememiştim. Açtım, kendimi müziğe kaptırmış, sokağın ortasında sallana sallana yürümenin verdiği garip mutluluk duygusunun kollarına bırakmıştım kendimi. Yaşamak güzel şey azizim!
Elinde bir parça simitle, çocuklar gibi…
Aldığım her nefesin kıymetini hatırlamak güzel şey…

6 Şubat 2009 Cuma

KÜÇÜK ŞEYLER....

Ruhumun çalışmaktan yorulduğu uzun iş günlerinden sonra, işte tatilin ilk günü.

Gerçekten dinlenmeye ihtiyacım varmış. Bütün gün evden çıkasım gelmedi. Pijamalarımı çıkarmadan, saçımı başımı düzeltmeden. Sabah ezanından önce, tabiri caizse kargalar bile kahvaltı etmeden, mesaiye yetişmek üzere harıl harıl hazırlanan ben, bu sabah ezan okunurken uyanıp, yaşasın tatil diyerek kendimi tekrar uykunun kollarına bıraktım. Kalktığımda saat öğleni bulmuştu. Sucuklu yumurtanın buram buram kokusu ve annemin hadi çocuklar kahvaltı hazır sözleriyle güne başlamak = YAŞASIN GÜZEL BİR GÜN!

Beş aydır kitap okuyamamanın verdiği istekle, kahvaltıdan sonra biraz ortalığı toparlayıp aldım kitabı, uzandım yatağa. Fonda hafiften bir müzik. Gel keyfim gel!

Akşamüzeri koltuğa ayaklarımı uzatıp biraz televizyon karşısında tembellik yaptıktan sonra kitap okumaya devam ederken, belki ortamın getirdiği büyüyle, içimden fışkıran yazma dürtüsü sonucu aldım kalemi elime…
Okuduğum kitabın adı KÜÇÜK ŞEYLER. Şu an içimden taşan huzur ve mutluluğun sebebi de KÜÇÜK ŞEYLER!

Ortamın getirdiği büyü dedim ya hani, yıllardır çekmecede tozlu kapaklarının içinde duran, kiminin bantları sıkışmış, bozulmuş kasetlerimi çıkardım. Ortaokul-lise çağlarında yaptığım gibi oturup tamir ettim onları ve yılların eskitemediği dostum, hani çok yıllar önce gazete kuponlarından edinilen, neredeyse her evde bulunan ve epeydir sesini duymadığım kara teybe koydum bir tanesini. Grubun adı AYNA! Sanki ilk gençliğime döndüm.
Odanın içinde hafiften sarı bir ışık, oda loş ve perdeler açık! Karşımda şehrin titrek ışıkları! Bir çatı katı odası ve elimde kalem. Tıpkı eski günlerdeki gibi…
Küçük şeyler ve içimden taşan inanılmaz huzurla mutluluk…
İmdat kaset sarıyor! Neyseki kurtardım.
Nedense bu gece kalemi elimden bırakasım gelmiyor ama şehrin titrek ışıklarının huzurunda, kasedin tersini çevirip, kendimi içimdeki huzurun kollarına bırakmanın vaktidir…
KÜÇÜK ŞEYLER BUNLAR….

1 Ocak 2009 Perşembe

İki sıfır sıfır dokuz :)

Devirdik koskoca bir 365 gün daha. Geldi yeni bir tanesi. Gelişini kutladık. Eğlendik bütün gece. Sabahına ilk kötü haberi aldık yeni yıldan. Geride bırakmayı istediğimiz kötü haberler ilk gününde yakaladı bizi yeni yılın. Aramızdan gencecik 7 insanın ayrıldığını duyduk. Üzüldük.

Dilerim ki 2008’de yaşadığımız kötü olaylar bu yıl bizden uzak olsun ve üzücü olaylarla karşılaşmayalım.Başladığı gibi kötü haberler duymayalım hiç kimseden. Herkes için bol mutlu, bol umutlu, sevdiklerinin yanında ve sağlık dolu bir yıl olsun 2009.

2008 değerlendirmesi yapasım yok bu akşam. Çapayı attık bir limana, hatta limanın adı da ÇAPA :) hayat oradan ibaret geçip gidecek bu yılda. Hatta galiba bu sefer çapa o kadar derine indi ki sabah kalktığımda evimde olmak yerine Çapa civarındaydım. Kocamustafapaşa civarı ilk evimizin olduğu mekan olduğundan, annemlerin anlattığına göre göbek bağımı da o civarda bir yere gömmüşler. Sanıyorum ki aynı civarda dönüp dolaşmam bundan olsa gerek. Hayatımın son 4 yılı Çapa, Fındıkzade arası iki duraktan ibaret.

Neyse sevgili dostlar, 2-0-0-9 Hadi Gel Bekliyoruz dedik, o da geldi ve hayatımıza yeni bir sayfa açtı. Bakalım bizi neler bekler… Şimdi yavaştan uyku vaktidir. Sabaha erkenciyiz. Kafamız güzel, erken kalkmak üzere erken yatmak gerek.

Herkese mutlu yıllar diliyorum. Dilerim ki istediğiniz ve hayaliniz olan şeyler hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönsün. Bir de piyango bize vursaydı işte o zaman tam super olacaktı :)