31 Aralık 2007 Pazartesi

2007' ye veda ederken....

Bir yıl daha bitmek üzereyken 2007’nin bana neler getirip neler götürdüğünü bir düşüneyim istedim. 7 benim uğurlu rakamımdır. Bu yıla girerken her yıla girişim gibi her şeyin güzel olması için dua etmiştim. Dualarım gerçek oldu diyebilirim.

2007 bana neler getirdi?
Aslına bakarsanız öyle çok çok da bişey getirmedi. Kariyerim açısından çok olumlu şeyler yaşadım. Bir Amerika hayalim vardı, gerçek oldu. Amerika hayalimle birlikte dünyanın dört bir yanından farklı insanlar tanıdım. Yeni arkadaşlıklar ve güzel bir aşk yaşadım. Belki biraz daha büyüdüm. Belki de biraz daha yaşlandım. Saçım ilk beyaz telini verdi ama huzurluyum, mutluyum, sağlığım yerinde, ailemle birlikteyim…. Daha ne olsun?

Ama her şey bu kadar toz pembe miydi acaba?

Belki de değildi. Evet 2007 bana çok güzel şeyler getirdi ama bir o kadarını da belki götürdü. Neler götürdüğünü günü gününe hatırlamasam da götürdükleri de elbet var. Mesela hala kariyerim için ciddi korkular taşımaktayım. Bazen alıp başımı gidesim gelirken bazen hiç bir şey yapmak içimden gelmiyor. Ne yapacağım konusunda pek fikrim yok. Aslında fikrim çok ama bunları yapabilecek miyim onu bilmiyorum. Bugünkü Türkiye şartlarında milyonlarca okumuş işsizler kervanına mı katılacağım? Yüksek lisanstan devam etsem okumaya acaba bana o işsizler kervanından çıkmanın yollarını getirecek mi? Acaba yurtdışına mı gitsem? Gidebilir miyim? Yılbaşında eğer büyük ikramiye bana çıkarsa giderim. Sanırım bu seneki dualarım arasında bir burs dileği de yer alacak. Kafamda hep yer alan yurtdışına gitme isteğim 2007 yazında kısa da olsa gerçek oldu. İyi de oldu. Ama geldikten sonra uzunca bir sure tekrar gitme konusunda isteksizliğim bütün o motivasyonumu alıp götürdü. Şansım var ki yılın bittiği şu günlerde geriye gelmekte…

7 uğurlu rakamım. 2007 yazında Amerika’ nın Mississippi Eyalet Üniversitesi’ nde güzel bir yaz stajı yaptım. Oradaki yurtta kaldığım oda 207 numaralı odaydı. 07.07.2007 tarihi tam olarak Amerika’ daki ilk günümün tarihidir. Bütün bunlar tesadüf mü yoksa gerçekten 7 uğurlu rakamım mı bilmiyorum. Bütün bunların uğur olup olmadığını da bilmiyorum. Ama bir şekilde şansına inanıyorum. Kariyerim için güzel bir adım atmıştım. Ordayken hayatımı inanılmaz derecede etkileyen biriyle tanıştım. Hayatımın en güzel günlerini 2007 yazında yaşadım. 2007 kışının benden götürdüğü ve ihtiyacım olan huzuru buldum. Sonra 2007 sonbaharı onu benden alıp götürdü. 6500 mil ötemde, dünyanın öbür ucunda kaldı. Elimde ondan geriye bakılıp eski günler yad edilecek fotoğraflar ve aklımda bir kaç anıyla tarihin sayfalarına eklendi. Güzel olan çabuk bitermiş. Bende ne zaman biter bilmiyorum. Ama güzel olana saygım var. 2007 yazının beni oraya götüreceğini bilemezdim, bundan sonra da nereye götüreceğini bilmiyorum. Belki bir gün yine Amerika hayalim aklıma düşer. Belki bir gün yine gidip güzel olan günleri yerinde yad ederim. Şimdilik sırada Londra veya Hollanda var…

Rüzgar ne yönden eserse beni oraya götürüyor. Yüreğimin götürdüğü yere… Bu güne kadar hep onun sesini dinledim. Sevdiklerimde oldu sevmediklerim de ama yüreğimin sesi beni çok zaman doğru yere götürdü. Mantığımın olmaz dediği şeyleri yüreğimle yaptım. İyi ki de yaptım hiç birinden pişmanlık duymadım. 2008’ de neler yaparım yüreğim beni nereye götürür bilinmez. Umarım başıma iyi şeyler gelir…

Turkcell reklamından çaldım ama gerçekten çok hoşuma gitti. Bu sene yeni bir cebim olsun, çalsın arayan hep sevdiklerim olsun. Yeni mesajlarım güzel olsun içlerinde gülen yüzler olsun. Dilerim bu ocakta yeni bir ben tanırım. Dilerim bu ocakta benim yılım başlasın….
Dilerim sevdiklerim hep yanımda olsun ve sizinde sevdikleri yanında olsun. Onlarsız hayatın tadı çıkmıyor.

Dilerim bu ocakta sizin de yılınız başlasın. Herkese mutlu bir 2008 yaşaması dileğimle….

23 Aralık 2007 Pazar

4 Aralık 2007 Salı

3 Aralık 2007 Pazartesi

Uykumun kaçtığı geceler....

Uzun zamandır bunu yaşamıyordum. Kabuslarım yine başlıyor. Uyuyamadığım gecelerde genelde dünyadan nefret ediyorum. Uyuyamama sebebim ise çok zaman tam yatmak üzereyken kafama bir şey takıp sabaha kadar onu düşünmek, onun üzerinde yorumlar yapmak. Bazı gecelerse fazla kaçırdığım çay veya kahve yüzündendir sabahı etmem.

Aslında geri planda kafama takılan sorular vardır. Yine öyle gecelerden biriydi. Sabah 6, hava aydınlanmakta ama benim gözlerim hala kapanmamakta ısrarcı. Kalp atışlarımın bile durmasını istedim. Onlar bile rahatsız edici oldular en sonunda. Aslında çok iyi geçen bir akşamdan sonra çayı birazcık fazla kaçırmamla başladı her şey. Sonra kafama yine düşünceler takıldı.

Neydi o düşünceler? Şu an ilk aklıma gelen, üniversitenin son senesinde olup da içime bundan sonra ne yapacağım korkusunun düşmesi ilk uyumama sebebim oldu. Düşündüm düşündüm işin içinden çıkamadım. Yüksek lisans için ne yapsam, nereye gitsem, uzun ve derin bir konu yani. Yurt dışına mı gitmeliyim? Hayallerimin peşinden mi koşmalıyım? Yurt dışına gidebilir miyim? Yoksa Türkiye’ de mi kalmalıyım? Türkiye’ de kalırsam beni neler bekliyor? Yurt dışına gitmek için bir miktar para gerekir. Şu an o para bende yok, peki ben o parayı yaratabilir miyim? Burs bulabilir miyim? Sorular ve devamı gelen sorular yığını….

Ben nasıl büyük adam olucam sorusu da bütün soruların çıktığı tek yol. Büyük adam olabilecek miyim? Onun yolu nerden geçiyor? Amerika’ ya gittiğimde bir hayalim vardı. Hala o hayalin peşinden koşabilecek enerjim kalmadı desem yeridir. Ama koşmam gerektiğini biliyorum. Neden hayallerimden vazgeçiyorum? Aslında vazgeçtiğim söylenemez. Sadece yorgunum. Biraz huzura ihtiyacım var. Ama ben hayallerimi ertelersem bir gün karşıma dikilecekler ve neden onların peşinden koşmadığım sorusu bu günkülerden daha fazla uykuya mal olacak. Yani bir adım ötesi dönüşü olmayan bir yolun başındayım. Ya özgürüm, ya tutsak ve sarhoş bir sevdanın peşinde. Bu sevdanın derinliği çok şeyden geçiyor. Hayatımdan, kariyerimden, sevdiklerimden, sevmekten vazgeçtiklerimden ve geçemediklerimden. Geçemeyeceklerimden…..

Sonra yine aynı dönüşü olmayan yolun başında ya da korkularımla malup kırk küsür yaşında. Kırk küsür yaşıma geldiğimde hayatım istediğim gibi mi olacak? Korkularımı yenmiş, sevgilerimin peşinden koşmuş, yılgınlıkları yıldırmış, sevdiğim adam yanı başımda, huzurlu biri olarak mı yaşlanacağım? Yoksa korkularımla malup mu?

Sabah 6.30 civarı sonunda uykuya dalmıştım. Ne kadar uzun? Ömrüm boyunca uyumak istedim ya olmadı. Korkutucu bir rüya, sabahı etmiş yorgun bedenimi yerinden fırlatacak kadar büyük bir korkutuculukla uykuma saldırdı. SEVDİĞİM biri iki trenin rayları arasında durmuş ordan bana bakıyordu. İlk trenin önünden zorlukla çekip aldım ama o diğer trenin önüne atlayıverdi. Yetişemedim. Ellerimin arasından kayıp gitti trenin raylarında. Parçalanmış bedenini görmekse beni uykumdan fırlatan son nokta oldu. Bu rüyanın değişik türlerini daha once de gördüm. Her seferinde ayrı bir yerden vurdu beni. Ellerimin arasından birinin kayıp gitmesini öylece seyretmek…

Umarım bundan sonra yine hayallerimin peşinden koşarım ve umarım bundan sonra sevdiğim hiç kimsenin ellerimin arasından kayıp gitmesine izin vermem….

18 Kasım 2007 Pazar

Akademik hayat, getirdikleri ve götürdükleri...

İşte uzun bir vize haftasının daha sonu. Şimdi kendimi bir kuş kadar hafif hissediyorum. Bu sınav haftalarını oldum olası sevmem. Neden mi? Hadi yapmayın ama kim sever ki? Omuzlarıma yüklenmiş onca şeyin yanı sıra bir de sınav haftası stresi… İnanın çekilir gibi değil.
Sınav haftası stresi keşke sırf ders çalışmakla ilgili bir stres olsa. Aslında çok daha fazlası. İşte buna akademik hayat diyorlar. Sınav tarihlerinin yaklaştığı günlerde insanlar harıl harıl not arama derdine düşer. Eksikler tamamlanmaya çalışılır, bu sırada etrafında normal zamanlarda selam bile vermeyen insanlar belirir, sınav sonralarında yine ortadan kaybolurlar. Taaa ki bir dahaki sınavda yine notları olmadığını farkedip, deyim yerindeyse sınıfın kerizi olan kişiye başvurma ihtiyacı duyana kadar. Notlar saklanır, ya da emeğe saygısızlıklar edilir. Bu saygısızlığa uğramış kişi ise notunu vermek istemeyince sınıfın kötüleri listesine katılır. Ona sırt çevrilir. Ya da kimi zaman kendisinin bir satır bile eklemediği çalışmalar sizin elinizden alınır ve kendi ismiyle sunulur. Farkına bile varmazsınız. Vardığınızda ise iş işten geçmiş olur. Yapabileceğiniz pek bir şey yoktur zaten içinizden de yapmak gelmez…
İşte akademik hayatta işin düştüğünde güler yüz gösterilen, işin olmadığında ise arayıp sorulmayan insanlar böyle bir durumla karşılaşır. Çirkindir aslında yapılanlar. İnsanı onların deyimiyle gerçekten kötü olmaya sürükler. Ne getirir akademik hayat? İnsana çevresindekilere karşı savunma mekanizması geliştirmeyi, kendi duvarlarını çekebilmeyi, çıkar ilişkilerini öğretir. İnsanların çıkarları için neler yapabileceğini, aslında günümüzde gerçek dostlukların epeyce aza indirildiğini öğretir. Bu dünyanın içinde siz kendinizi o dünyadan ayrı tutmak isteseniz de bir şekilde içine çekilir ve yoğurulursunuz. Öğrenirsiniz. Aslında büyütür sizi bir bakıma. İnsanlara karşı nasıl davranmanız gerektiğini, hayat boyunca nelerle karşılaşabileceğinizi, zorluklarla karşılaştığınızda nasıl kendinizi savunmanız gerektiğini bu sıralarda öğrenirsiniz.
Ya götürdükleri? Duygularınızı biraz daha körelttiğiniz ve kötü dünyaya adapte ettiğiniz, sizi siz olmaktan çıkarabilecek ve bazen kendinizle savaştırabilecek durumlarla da karşılaşabilirsiniz. İnsanlara olan güveniniz kaybolur, çünkü kime güvenmeniz gerektiğini artık çözemez olursunuz. Kendinizi geri çekersiniz. Uzun zamandır dinginliğe ulaştırmaya çalıştığınız ruhunuz bir kez daha sarsılır. Kimse buna aldırış etmez. Onların da yaraları vardır elbet. Onlar gibi olmamaya çalışırsınız. Başarır mısınız bilinmez…
Bu durumdan yara almadan çıkmak için gereken şey ruhunuzda vardır aslında. Sadece bu durumda ona ulaşmayı başaramayabilirsiniz. Ruhunuz yaralıdır çünkü. O anda zaten omuzlara binmiş olanca yükün üstüne bir de bu durumla karşılaşmak insanı daha da mutsuz eder. Ne yapacağınızı bilmez halde saatlerce boş boş bakarsınız. Aslında bütün bunlar büyümenizin bir parçasıdır. Kafanızın içinde bildiğiniz doğruları tutar onlara gore hareket edersiniz. Biraz daha temkinli, biraz daha kendinizi saklayarak… İnsanları gördükçe, onları daha iyi tanımayı öğretir bize akademik sıralar.
Sevgiden gittikçe uzaklaşmaya başladığımız günümüz dünyasında, sevgisizlikle, insanların kuyusunu kazmakla bakalım daha nereye kadar başarı bizi kovalar? RİCA EDİYORUM, BİRAZCIK HUZUR…

11 Kasım 2007 Pazar

Sonbahar...

Bazen çok yorgun hissedersiniz kendinizi; -hadi psikologçuluk yapmayayım!- yorgunsunuzdur da… güz kadar yorgun. Sanki yıllardır üzerinizde tepinilmiştir de, bereleriniz o kadar derinleşmiştir. Ya da öyle uzun süredir koşuyorsunuzdur ki durunca devrileceğinizi hissedersiniz. Belki de kalabalık bir deniz kıyısı gibisinizdir; yaz(lar) boyu kulaçlanmış, dalınıp çıkılmış, durmadan taşlar atılmış, kahkahalar ve çocuk çığlıklarıyla kulaklarınız neredeyse sağır olmuş, içiniz bulanmıştır. Koskoca gemiler geçmiştir içinizden belki kim bilir, içinin ve içindekilerin tüm pisliğini boşaltarak. Yaşam kaynağınız olan güneşe fazla maruz kalmış, farkında olmadan yanıp kavrulmuşsunuzdur yaz boyu! İstediğiniz şeyler yaşayıp istemediğiniz sonuçlara tosluyor ya da istediğiniz sonuçlar için istemediğiniz bir sürecin bitmek tükenmek bilmez zamanlarını arşınlıyorsunuzdur. Kısacası şöyle ya da böyle çok yorulmuşsunuzdur.

Aklınız durmak ister böyle zamanlarda; tüm sosyal ve kişisel görevlerden azad edilmek istersiniz. Hatta şairin dediği gibi “çişim gelmese…” bile dersiniz! Yüreğiniz yarı kapalı gözlerle, soluk soluk bakar etrafa; pırıltısı kara güz bulutlarının ardında kalmıştır sanki. Öyle ki, “al bak sana aşk” deseniz “üfff, şimdi kim uğraşacak..!” diyecek! “Para…” deseniz burun kıvıracak, “koyuver şuraya” işareti yapacak başıyla! Böyle zamanlarda kalkmak, yatmak, oturmak, işe gitmek, eve gelmek, çocuğunuzla ilgilenmek, yemek yemek, konuşmak bile… her şey birer mecburiyetmiş gibi gelir insana. Böyle zamanlarda neşeli ve faal arkadaşlarınıza ve yerli yersiz kikirdeyen gençlere iyice sinir olursunuz. Sağlığınıza dikkat etmeniz gerektiğini söyleyenler ve umut- istek- bakış açısı- motivasyon-çabadan filan bahsedip duran “çokbilmiş” psikologlar en büyük düşmanlarınızdır; “hastasın sen , al ilacını, yat aşağı” veya “sonbahar… biyoritminiz ve siz” diyenlerse melekleriniz!.. Ama en çok da, o sırada sizden ilgi bekleyenleri ve bir de size “sen güçlüsün” diyenleri boğmak istersiniz! Eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız “bu akşam seni nereye götüreyim?” bile dese çileden çıkarsınız; çünkü işte yine birisi sizden bir şey istemektedir –bu, seçim yapma özgürlüğü olsa bile!-İstersiniz ki her şey sizin yerinize, üstelik de sizin en istediğiniz şekilde gerçekleş(tiril)sin. İstersiniz ki ruhunuzun yaraları da, tıpkı bedeninizdekiler gibi, başkalarının/ yumuşak, şefkatli ellerin süreceği merhemlerle iyileştirilsin. Hatta “ne olur, birisi öyle bir şey söylesin ki/ öyle dokunsun ki, birden tüm bu acılar, tüm bu yorgunluk geçsin!”… Mucizelere karşı en talepkar ve en duyarlı olduğunuz haller ve zamanlardır bunlar öte yandan; zira gerçeklerle aranız bozuktur o sıra! Ruhunuz felçli gibi davranmak ister, ama felç değildir.

Oysa koskoca bir bilgi, kucağınızda tür farkına aldırmaksızın, inanılmaz bir güvenle uyuyan kedi yavrusu gibi uyuklamaktadır bilincinizin bir yerlerinde: “Ya bu deveyi güdeceksin… ya bu deveyi güdeceksin!” (Ya da bu diyardan gideceksin...)Benim önerim hazır güzelim güz de gelmişken, bir kez daha şu “deve”yi gözden geçirip, olabilecek değişiklikleri yapıp, olamayacaklara/ şimdilik yapamayacaklarınıza gülümseyerek yola devam etmek. Schopenhauer diyor ki, “büyük dertler, daha küçüklerin görülmesini engeller; ama büyük dertler olmadığında, daha hafif sıkıntılar ve sorunlar çok büyük görünür ve öyle yaşanırlar.”

Evet, güz etkiler doğanın parçalarından biri olan insanı; işte bu yüzden ve bunun bilinciyle, bu diyardan gitmeye gerek kalmadan “güze yakışır” hüzünleri, büyük kahırlara dönüştürmemeniz dileğiyle…